Bir Şubat Masalı: Paris’te Aşk, Sanat ve Güneşin Peşinde
- arzu a. ergin
- 14 Şub 2017
- 19 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 21 Mar
Paris’in Romantik Dokusu – 1. Gün
Seine Nehri’nin kıyısından Eyfel Kulesi’nin tepesine uzanan bu ilk gün, Paris’in soğuğuna rağmen içimizi ısıtan bir aşkla geçti.
✈️ Uçaktan İndiğimiz An – “Bonjour, Paris!”
Uçak alçalmaya başladığında, pencereden dışarı baktım. Bulutların arasından sızan sabah ışığı, şehrin üstüne yumuşacık bir sis perdesi seriyordu. Uçağın camındaki küçük damlalar bile o kadar güzel görünüyordu ki… Elimi çantama attım, telefonumu çıkardım, ilk Paris karemi daha uçağın camından çektim.
Şubat’ın ortasıydı. Hava tahmin ettiğimiz gibi soğuk, gökyüzü griydi. Ama içimiz sıcacıktı. “Paris’teyiz” cümlesi ikimizin de dudaklarında bir tebessümle süzülüyordu.
Pasaport kontrolünden geçtik, valizlerimizi aldık ve Charles de Gaulle Havalimanı’nın çıkış kapısından adım attık. O ilk soğuk hava teması… Paris tokadını hafifçe ama kararlılıkla yüzümüze attı. Göz göze gelip güldük. “Hoş geldin” dedi şehir; yağmurla, rüzgarla ve griyle.
Taksi durağına yürürken, terminalin önünde valizlerimizin yanında durup birkaç poz daha çektik. Biri klasik “Paris’e iniş pozu”, diğeri ise sadece ayakkabılarımız ve ıslak asfalt… Hatırlamak için her detayı kaydetmek istiyorduk.
Kısa süre sonra klasik sarı Paris taksilerinden birine bindik.
Şoför, nazik bir Fransız aksanıyla “Bonjour” dedi ve adresi söylediğimizde “Ah, St. Germain! Très bien!” diyerek gülümsedi.
Arka koltukta sessizce birbirimize yaklaştık. Taksinin içi sıcacıktı. Camlar buğulandı. Radyo açıktı; yumuşak bir caz tınısı fonda çalıyordu. Gözümüz camda, aklımız Paris’in ilk dakikalarında…
Taksi ilerledikçe şehir de üzerimizde açılmaya başladı.
İlk olarak gri, sade apartmanlar… Sonra yavaş yavaş zarif demir balkonlar, taş cepheler, köşe başlarında minik fırınlar, yol kenarında yürüyen şemsiyeli insanlar…
Her şey bizden habersiz ama aynı anda bizim için var gibiydi.
Her 3-4 dakikada bir durup camdan manzara çekiyorduk. “Bu köşe çok güzelmiş!”, “Şu apartmana bak!”
Paris, biz daha şehre ulaşmadan albümümüzde yerini almaya başlamıştı.

St. Germain’de Otel, Valizler ve Şehirle İlk Göz Teması
St. Germain bölgesine yaklaştıkça sokaklar daraldı ama aynı oranda güzelleşti. Kaldırım taşları daha eski, dükkânlar daha karakterli, insanlar daha yavaş yürüyordu.
Taksiden indiğimizde Paris’in o efsanevi sessizliği bizi sardı.
Kalabalık yoktu, sadece bir katedral çanı uzaktan çalıyor gibiydi.
Kaldığımız oteli arkadaşlarımız tavsiyesiyle bu bölgese seçmiştik ki gerçekten çok iyi bir tavsiye olduğunu hemen anlıyoruz. Otelimiz caddeye sadece birkaç adım uzaklıktaydı. Dışı krem rengi taşlarla kaplı, klasik Fransız mimarisiyle yükselen üç katlı bir binaydı. Küçük bir döner kapıdan içeri girdik.
İçeride hafif bir kahve kokusu, vintage Fransız mobilyaları ve yağmur sesine karışan bir “Bonjour madame, monsieur!”
Odamızın hazır olduğunu söylediklerinde yüzümüzde kocaman bir tebessüm belirdi. Valizleri odamıza çıkardık.
Yatak örtüsünün deseni bile “Paris’tesiniz” diyordu. Pencereden dışarı baktık: gri gökyüzü altında ıslak kaldırım taşları, şemsiye taşıyan insanlar, bisikletli bir kurye… Ve hafif bir buhar.
Ve elbette, yine bir fotoğraf karesi. Pencere pervazından dışarıyı çektik, bir de içeriden birbirimizi.
O anı dondurmak istedik. Çünkü biliyorduk ki bu şehirle ilk tanışma anı, hafızamızda her zaman ayrı bir yerde kalacaktı.
Kahve makinesinden küçük bir espresso hazırladık, ayakkabılar sıkıca bağlandı, atkılar düzeltildi.
Artık hazırdık. Paris dışarıda bizi bekliyordu.Ve işte, Paris’in kalbine doğru ilk adımlarımız başlıyordu…
🚶 Seine Nehri Kıyısında İlk Yürüyüş
Otelin kapısından çıktığımızda Paris, sabah mahmurluğunu hala üzerinden atamamıştı. Hava ıslaktı ama yağmur durmuştu. Gri gökyüzü altında, taş kaldırımlarda yavaşça yürümeye başladık. Ayak seslerimiz, St. Germain’in tarihi dokusu üzerinde yankılanıyordu. Kaldırım taşları parlaktı; gece boyunca yağan yağmur, sabah ışığını üzerlerinde dans ettiriyordu.
İlk olarak Seine Nehri’ne yöneldik. Otelden yürüyerek sadece bir sokak ötede…
Yürüdüğümüz sokaklarda sanki her pencere bir tablo, her balkon bir davet gibiydi. Şarap renkli panjurlar, dantel perdeler… Bazen aralı duran bir camdan dışarı bakan bir Parisliyle göz göze geliyoruz. İçinden geçtiğimiz bu sessizlikte, Paris bizimle tanışıyor gibiydi.
Ve işte nehir kenarı…
Seine, yavaşça ve ağırbaşlı akıyor. Suyun yüzeyinde gri gökyüzü yansıyor. Nehir boyunca uzanan eski taş duvarlara sarmaşıklar tutunmuş. Köprülerin altından geçerken, taş blokların üzerindeki izleri parmaklarımızla dokunarak takip ettik. Üzerlerinde asırlardır duran küçük yosun lekeleri bile Paris’in geçmişinden bir parça gibiydi.
Orada durup ilk selfie’mizi çektik. Arkamızda nehir, üzerimizde Paris sabahı… Hafifçe üşüyorduk ama içimizde sıcacık bir heyecan vardı.
Yürümeye devam ettik. Nehir kenarından ana caddelere doğru yöneldik ve Champs-Élysées’ye çıkan geniş bulvara vardık. O an gerçekten farklıydı. Şehir, yavaş yavaş uyanıyor gibiydi. Arabalar hızlanıyor, kahve dükkanlarının kapıları açılıyor, vitrinlerdeki ışıklar birer birer yanıyordu.
👠 Champs-Élysées: Modanın, Zarafetin ve Kahvenin Caddesi
Champs-Élysées’ye adım attığımızda içimden fısıldadım: “İşte burası…”
Cadde hem çok geniş hem de çok asil. Ağaçlar, yapraksız ama dimdik. Mağazalar birbiri ardına sıralanmış; her biri kendi içinde bir başka dünya.
Yürürken sürekli yukarı bakıyorduk. Binaların cepheleri öyle zarif ki, sanki geçmişin Fransız modası hala pencerelerden sarkıyor. Bir parfümerinin önünde durduk. İçeriden mis gibi bir koku sızıyordu. Kapıdan içeri girdik. İçeride loş bir ışık, altın rengi raflar, cam şişelerdeki sıvılar… Sadece denemek için değil, bu anı yaşamak için bir parfüm sıktık bileğimize.
Adı: “Soleil d’Hiver” – Kış Güneşi.
Kokladık, gülümsedik. Paris’i artık üzerimizde taşıyorduk.
Cadde boyunca yürürken ıslanan saçlarımızı düzeltiyor, her vitrin karşısında durup hayranlıkla bakıyorduk. Islanmış ceketlerimize rağmen enerjimiz hiç düşmüyordu.
Bir sokak arasında küçük, sade bir kafede kahve molası verdik. İçerisi sıcacık, pencereler buharlıydı. Kahve sipariş ettik; yanında da Paris’in klasiği: sade, taptaze bir kruvasan.
Kruvasanın dışı çıtırdı; içi yumuşak ve hafif tereyağlı. Kahvenin köpüğü bardak kenarına taşmıştı. Caddenin dışarıdaki kalabalığını izlerken sadece sustuk.
Kahve molasından sonra yürümeye devam ettik ve sonunda Champs-Élysées’nin en tepe noktasında, göz hizamızda yükselen o büyük taş anıt karşımıza çıktı, Zafer Takı (Arc de Triomphe)
🏛️ Zafer Takı’nın Gölgesinde Bir Molalık Hayranlık
Adım adım yaklaştık. Önce bir taş kütlesi gibi görünüyor. Ama yaklaştıkça detaylar belirginleşiyor.Üzerindeki figürler, kazınmış tarih yazıları, ortadaki o dev kemer…
Altına vardığımızda kafamızı kaldırdık. Boynumuz ağrıyana kadar baktık yukarı. Her bir köşesi işlenmiş, her tarafı bir zaferin izini taşıyor.
Anıtın altı, sessiz ama çok güçlü bir alana dönüşüyor. Tarihin ciddiyeti orada sizi sarıyor.
Sonra kısa bir sessizlikle yürüyüşe ve şehri keşfetmeye devam ediyoruz.
Ve yolumuz bizi Place de la Concorde’a, ardından da meydanın köşesindeki dev dönme dolaba götürdü.
🎡 Grande Roue de Paris – Yükseklikle Gelen Sessizlik
Yağmur hafiflemişti. Gökyüzü hala gri ama artık alışmıştık. Biletimizi alıp kabine bindik. Cam kenarına oturduk.Yavaşça yükselmeye başladık ve şehir açıldı.Paris, ayaklarımızın altına serildi.Sağda nehir, köprüler… Uzakta Notre Dame’ın kuleleri.Solumuzda Louvre’un çatıları, biraz daha ötede Montmartre’ın silueti. Ve işte… tam karşımızda, sisin içinden belirerek gelen o simge Eyfel Kulesi.
Kabin sessizdi, dışarısı ise sonsuzdu. Telefonum elimdeydi ve bu manzara kaçmazdı. Ama önce sadece izledik. Gözümüzü kaçırmadan, konuşmadan, sadece izledik. İndiğimizde henüz akşam olmamıştı ama yavaş yavaş hava kararmaya başlamıştı, Eyfel kulesine doğru yürürken Paris lambalarını yakmıştı artık. Islak kaldırımlar ışığı yansıtıyor, şehir yavaşça altın rengine bürünüyordu.

🌉 Eyfel Kulesi – Bir Şehri Gerçekten Görmek
Uzaktan yürüyerek yaklaşmak, kuleyi her adımda biraz daha büyütmek… Başka hiçbir yapı böyle yaşanmaz. Altına vardığımızda adeta büyülendik. Metalin o karmaşık güzelliği, zarif detayları… Bizi kendine çekiyordu. Uzunca bir bilet sırası ardından biletlerimizi alıp asansör sırasına geçtik ve asansöre bindik ve yükseldik.
Gözlerimiz ışıklara kilitlenmişti. Yukarı çıktıkça, Paris bir yıldız haritasına döndü.Caddeler ışıl ışıldı, nehir geceyle gümüşleşmişti. Şehir kalbimizde kıpır kıpır atıyordu.Zirvede birbirimize baktık. Hava soğuktu ama sıcacık hissetmiştik. Dünyanın en güzel manzaralarından biri önümüzdeydi ve biz tam ortasındaydık.
Eyfel Kulesi’nin en tepesinden indiğimizde, Paris geceye tam anlamıyla teslim olmuştu. Gökyüzü koyu lacivertti. Ama şehir… Şehir, ışıl ışıldı. Her köşe başında farklı bir sarı tonu, her pencerede başka bir sıcaklık vardı. Ayaklarımız neredeyse titriyordu ama içimiz hâlâ o muhteşem manzaranın büyüsüyle dopdoluydu.
Kulenin hemen yanındaki küçük meydanda biraz oyalandık. İnsanlar, ellerinde sıcak içeceklerle yavaş yavaş dolaşıyorlardı. Biz de etrafı izleyerek yürümeye başladık.
Eyfel’den yürüyerek Seine kıyısına
Geceyle birlikte nehir daha da sessizleşmişti. Suyun yüzeyi siyah ama üzerindeki köprü lambalarının yansımaları altın gibi parlıyordu. Köprülerden birinin ortasında durduk. Elimi cebimden çıkarıp telefonumu çıkardım. Sıcak parmak uçlarım donmuştu ama bu anı çekmeden geçemezdim. Arkamızda Eyfel, önümüzde Seine, üstümüzde gece. Paris bir gecede bizi kendine bağlamıştı. Isınmak istiyorduk. Yorgunluğumuz yürürken biraz daha hissedilir olmuştu.
Yol üzerindeki dar sokaklardan birine saptık. Eski taş binaların arasında, küçük bir tabela dikkat çekti: “Café Lumière” Camları buğulu, içerisi doluydu ama sessizdi. Masalar birbirine çok yakın ama herkes kendi küçük evrenindeydi. İçeri girer girmez tatlı bir sıcaklık karşıladı bizi. Ayaklarımız çözülmeye başladı, montlarımızdan buhar çıktı. Kahve sipariş ettik, yanında bir de bitter çikolatalı minik kek…
Masaya oturduğumuzda, karşılıklı bakıp gülümsedik. “Ne güzel bir gündü.”
Kahveyi yudumlarken, günün karelerini zihnimizde geri sardık. İstanbul’dan Paeis’e, Havalimanından taksiye, Champs-Élysées’den Eyfel’e, Grande Roue’dan buraya kadar… Hepsi bir günün içine sığmıştı ama kalbimizde bir ömre yetecek kadar yer etti.
Cafede çok kalmadık. Gecenin ilerleyen saatlerinde dışarısı daha da soğumaya başlamıştı ve hemen Uber çağırdık. Araca biner binmez içimizi bir huzur sardı. Sürücü nazikti, arabada hafif bir müzik çalıyordu. Geriye yaslandık ve pencerenin buğusuna başımızı dayadık. Sokak lambaları camdan içeri süzüldü, taş kaldırımlar yanımızdan akıp gitti.
Uber gerçekten uygun fiyatlıydı. Paris’te bu tür kısa mesafelerde neredeyse metro fiyatına denk geliyor olması bizi şaşırttı ama hoş bir sürprizdi doğrusu.
Otele döndüğümüzde lobide sadece görevli vardı. Sanki Paris’in kalan kısmı uykuya geçmişti. Odaya girdiğimizde hemen camı açtım. St. Germain ise pek sessiz değildi, ama büyülüydü. Islak taşların üstünden dönen gece, bize fısıldıyor gibiydi.
Yatağa uzandığımızda ellerimiz hala soğuktu ama kalplerimiz sıcaktı.
🎨 Paris’in Romantik Dokusu – 2. Gün
Sanatla dolu bir gün, tarih boyunca bir yolculuk… Ve gecesi, Seine’in kıyısında unutulmaz bir Paris akşamı.
🌧️ Sabahın Sessizliği: Paris Yağmuru Eşliğinde Başlangıç
Sabah gözlerimizi açtığımızda, camdan usulca vuran yağmurun sesiyle uyandık. St. Germain’in taş sokakları henüz ıslaktı. Cam buğulu, gökyüzü griydi ama içerisi sıcaktı. Kahve makinesinden çıkan ilk espresso, yatakta oturup dışarıyı izlerken ellerimizi ısıttı. Paris, griye bürünmüş olsa da bu şehirde böyle günler, en güzel günlerdir.
Ve biz kararımızı verdik:
Bugün Louvre günü.
Telefonumuzdan hızlıca online biletlerimizi aldık. Giriş saatimizi planladık, biletler PDF olarak cebe girdi. Heyecan başladı.
🧥 St. Germain’den Louvre’a – Sessiz Bir Yürüyüş
Montlarımızı giydik, atkılar sarıldı, su geçirmez ayakkabılar bağlandı. Şemsiyemiz elimizde, St. Germain’den Seine kıyısına doğru yürümeye başladık. Sokaklar sessizdi. Pencere kenarlarında dantel perdelerin arkasından dışarıyı izleyen Parisliler, köşe başındaki fırında taze baget bekleyen birkaç kişi…
Nehir kıyısına vardık. Seine yavaş akıyordu.Yağmur damlaları suyun yüzeyinde halkalar oluşturuyordu. Her adım, taş köprülerin üzerinden geçerken tarihle temas etmek gibiydi.
Sonra Louvre’un avlusuna ulaştık.
Ve karşımızda o eşsiz yapı:
Cam Piramit.
🏛️ Cam Piramitten Giriş – Tarihle İlk Temas
Piramidin cam yüzeyinde yağmur damlaları süzülüyordu. Gökyüzü yansıyordu. Biz de.
Fotoğraf çektik. Sonra bir tane daha… O anı dondurmak istedik.
Biletimizi gösterip içeri girdik.
Bir anda şehir geride kaldı. Louvre’un içi sıcak, sessiz ve sonsuzdu.
Vestiyere montlarımızı, şemsiyelerimizi bıraktık. Artık sadece biz ve sanat kalmıştık.
🏺 Sabah: Antik Uygarlıklar Arasında
Mezopotamya – İnsanlığın Başlangıcı
İlk durak: Antik Yakın Doğu salonları.
Dev Lamassu heykelleri bizi karşıladı. Aslan gövdeli, insan yüzlü koruyucu tanrılar…
Taş duvarlarda Asur kabartmaları, savaş sahneleri, av sahneleri…
Toprak tabletlerin yanında durduk. Çivi yazısıyla yazılmış binlerce yıllık dualar, vergi kayıtları, hikâyeler.
Burada zaman yoktu.
Sadece insanlığın ilk adımları vardı.
Antik Mısır – Tanrıların Krallığı
Salon değişti. Renkler beje döndü, hava daha mistikti.
Mısır lahitleri, papirüs parçaları, Tanrı Ra heykeli, Ushebti figürleri…
Bir duvarda hiyerogliflerle işlenmiş bir dua vardı.
Bir rehber fısıltıyla anlatıyordu:
“Bu lahit bir rahibeye ait. Gömülmeden önce ölüler kitabı ezberletilmişti.”
Sanki Louvre’da değil, bir antik tapınağın gölgesindeydik.
🍴 Öğle Molası – Louvre’un Kafesinde Bir Soluk
Öğlene doğru yorulmaya başlamıştık. Müzenin içindeki kafeye geçtik. Cam tavanlı, modern ama sade bir alanda sıcak sandalyelere oturduk. Yemekler hafif ama lezzetliydi. Yanında filtre kahve…Yağmur dışarıda devam ediyordu. İçeride ise sadece huzur vardı.
🖼️ Öğleden Sonra: Rönesans, Krallar ve Devrim
Yemekten sonra Louvre’un ruhuna inmeye başladık.
Mona Lisa – Sessizlikte Saklı Gülümseme
Kalabalığı yararak tabloya ulaştık. Ve işte orada: Mona Lisa.
İlk tepkim şu oldu: “Bu kadar küçük mü gerçekten?” Ama…
Göz göze geldiğinizde o küçüklük buharlaşıyor. O gülümseme, o sessizlik, o garip çekim gücü… Bir süre bakakaldık. Sonra…
Leonardo – Rafael – Michelangelo
Rönesans galerisinde Leonardo’nun Aziz Anne’si,
Rafael’in azizleri,
Botticelli’nin zarif kompozisyonları arasında yürümek… Her tablonun karşısında birkaç dakika, birkaç nefes, birkaç düşünce…Sözlü rehber kullanmadık. Çünkü bazen açıklamalar değil, hissettikleriniz anlatır her şeyi.
Napolyon’un Kraliyet Salonları
Salon değişti. Altın yaldızlı çerçeveler, dev kristal avizeler, kadife koltuklar… Uzun ziyafet masası hâlâ hazırmış gibi. Duvarda Napolyon’un portresi. Bakışları net, dimdik. Masa başındaki iki sandalye hâlâ bekliyormuş gibi…
Fransız Devrimi – Büyük Formatlı Tablolar
Napolyon’un Taç Giyme Töreni – Jacques-Louis David.
Dev bir sahne. Duvardan değil, tarihten izliyorsunuz. Tablonun önünde uzun süre kaldık. O sahne, bir tablo değil, bir tiyatro gibiydi.
Artık öyle bir yorgunluk çökmüştü ki yavaş yavaş bu ihtişamlı gezimizin sonuna gelmiştik.
İki Müze, İki Ruh
Daha önce St. Petersburg’da Ermitaj müzesini de ziyaret etmiştik, orayı iki tam gün gezmiştik. Ve hâlâ “bitmedi” demiştik Ermitaj görkemliydi. Kristal, altın, ipek… İçinde yürürken adeta bir çar’ın salonlarından geçiyordunuz.
Ama Louvre… Louvre daha içsel. Daha derin. Daha sade. İhtişam yerine dokunaklılık var. Saray gibi değil, bir insanlık hafızası gibi. Mona Lisa da bunun simgesi. Ermitaj’daki büyük tablolar kadar çarpıcı değil belki ilk bakışta, ama o bakışın içine girdiğinizde… Sadece sanat değil, bir sırla karşılaşıyorsunuz.
🛍️ Louvre’dan Hatıralar – Macaronlar ve Minikler
Çıkışa doğru hediyelik eşya mağazasına uğradık.
Bir köşede macaron standı, lavantalı, tuzlu karamelli, çilekli, kahveli…
Tadım yaptık. Sonra bir kutu seçtik.
🍽️ Akşam Yemeği – Café de La Régence
Yağmur eşliğinde yürüyerek restorana vardık, loş ışıklı, nostaljik bir Fransız restoranı. Ahşap masalar, kırmızı kadife sandalyeler. Köşedeki masa bizimdi.
Benim siparişim: Canard à l’orange – portakal soslu ördek.
Et yumuşacıktı. Üstünde narenciye sosu hafif tatlı, çok dengeliydi. Yanında patates gratin. Her lokma uzun uzun çiğnendi, çünkü bitmesini istemedik.
Selçuk Steak Tartare.
Çiğ kıyılmış dana eti, üstünde yumurta sarısı, yanında Dijon hardalı, minik turşular ve kızarmış baget dilimleri. (Ben bunu yemeğe cesaret edemedim açıkçası çiğ et oluyor kendileri)
Paris’te yemek sadece beslenmek değil, sanattır.Yanında hafif kırmızı şarap…
Kadehler tokuştu. “Bugün çok güzeldi.”
☕ Nehir Kenarında Yürüyüş – Sıcak Çikolata Molası
Yemekten sonra Seine kıyısına yürüdük, yağmur durmuştu ama şehir ıslaktı ama sessizdi. Kaldırımlar parlıyordu, köprülerin altından geçtik, vitrinlerin ışıkları camlarda dans ediyordu.
Ve sonra: Les Deux Magots.
İçeride yer bulduk, sipariş: Meşhur sıcak çikolata.
Yoğun, koyu, üstü kremalı… Her yudum, günün final sahnesi gibiydi.
🍷 The Mazet Bar ve St. Germain Gecesi
Gece bitmemişti. St. Germain’de, otelimize yakın The Mazet adlı bara girdik. Ahşap bar, duvarlarda eski afişler, fonda caz… Gözlerimizi kapattığımızda hâlâ Mona Lisa’nın bakışı vardı içimizde.
🌙 Yürüyerek Otele Dönüş – Sessiz Bir Gece
Bar çıkışı yağmur dinmişti, ıslak taş sokaklardan yürüyerek otele döndük.
Gece burada hala hareketliydi, biz yavaştık.
Odaya vardık, pencereyi araladık. Ve Paris hâlâ oradaydı.
Ama biz… biz artık biraz daha onun içindeydik.
🏰 Paris’in Romantik Dokusu – 3. Gün
Güneşli bir Şubat sabahı, katedralin taş duvarları, sanatın gölgesinde kahve molaları ve akşam Montmartre’da bir tablo gibi biten gün… Paris bu günle bizi sonsuza dek kazandı.
🌤️ Bahar Gibi Bir Şubat Sabahı
Üçüncü gün uyandığımızda odanın perdesinden sızan ışıkla gülümsedik. Paris… nihayet yüzünü gösteriyordu. Camı açtık. Dışarısı, Şubat ortasında adeta bahar gibiydi. Hafif bir esinti, serin ama güneşle birlikte sıcacık bir hava… Kaldırım taşları artık kuru, gökyüzü açık mavi.Kuşlar bile daha canlı ötüyordu sanki.
Güne hafif bir kahvaltı ile başladık. Bugün acelemiz yoktu. Paris’i adım adım gezmek için mükemmel bir hava vardı. İlk durağımız, Paris’in kalbi: Notre Dame Katedrali.

⛪ Notre Dame Katedrali – 2017’de O İhtişamı İle
2019’daki yangından önceydi bu ziyaret. 2017’nin o pırıl pırıl sabahında, Notre Dame tüm ihtişamıyla Seine Nehri’nin ortasında yükseliyordu. İçimize çeker gibi yaklaştık. Katedralin önünde durduğumuzda ilk his: nefes kesici. İkiz kuleleriyle devasa bir taş anıt gibi gökyüzüne uzanıyor, cephedeki detaylar baş döndürücüydü.
Gotik mimarinin zirvesi.
🕍 Cephedeki üç kemerli ana girişin üzerinde yükselen kabartmalar — Son Yargı, Cennet ve Cehennem sahneleri…
Her bir figür, taşta zamanın donmuş hâliydi. Hemen yukarıda: “Gül Penceresi” — dev yuvarlak vitray cam, güneş ışığını yakalayıp renklere dönüştürüyordu.
İçeri girdik.
🙏 İçerideki Sessizlik – Taşta Dua, Renkle Işık
İçerisi yarı karanlıktı ama huzur doluydu. Sütunlar göğe kadar uzanıyor, yukarıda kesişen tonozlar ışığı kucaklıyordu. Küçük bir bankta oturduk. Sessizlik, duadan daha güçlüydü burada.
Sol tarafta bir mum alanı vardı. Küçük bir bağışla mum yaktık. Alev, küçüktü ama o an koca Paris’te bize ait bir ışık gibiydi. Katedralin ortasında yürürken başımız hep yukarıdaydı.
Ana nef boyunca uzanan taş kabartmalar, şamdanlar, ahşap oturaklar, ortaçağdan kalma ikonalar…
Ve sonra arkadaki org… Katedralin sesini duyuramasa da varlığı yeterliydi. Bir koroda durduk, gözlerimizi kapattık. O sessizlik, bir ilahi gibiydi.
☕ Notre Dame Meydanı – Güneşte Kahve Molası
Çıkınca hemen yakındaki meydana geçtik. Bugün hava o kadar güzeldi ki insanlar dışarıda kahve içiyordu ve biz de öyle yaptık.
Katedral manzaralı küçük bir kafede, güneşi arkamıza alıp iki kahve söyledik, kruvasan da vardı elbette, kuşlar çevremizdeydi.Yan masalarda Fransızlar, turistler… ama herkes huzurluydu. Kahveyi yudumlarken şöyle düşündük: “Paris bazen Eyfel değildir. Bazen sadece bir taşın gölgesi, bir pencerenin ışığıdır.”
🌈 Sainte-Chapelle – Renkten Örülmüş Bir Dua
Kahve sonrası birkaç sokak ötede, görünüşte sade bir yapı: Sainte-Chapelle.
İçeri girince her şey değişti.Üst kata çıktık. Ve karşımızda:
15 metrelik vitray cam duvarlar.
Tavan dâhil, her yer cam. Kırmızı, mavi, mor, yeşil… Her biri bir İncil sahnesini anlatıyor.
Işık süzülüyor, renkler yere düşüyor. Duvarda değil, havadaydı her şey. Hiçbir şey demedik. Sadece izledik. Bir banka oturup o camların içinden geçtiğimizi hissettik.
🛍️ BHV Marais – Güneş Işığında Parlayan Vitrinler
Sainte-Chapelle’den çıktığımızda hâlâ güneş vardı gökyüzünde. Paris bu mevsimde böyle açık hava vermezdi ama biz şanslıydık.
BHV Marais’in önüne vardığımızda sokak tam bir bahar havasıydı. İnsanlar dışarıda banklarda oturuyor, çocuklar sokakta oyun oynuyor, pencereler açıktı. İçeri girdik. Bir katta sadece mutfak eşyaları, diğerinde defterler, mumlar, kâğıt süsler, danteller… Zaman unutturan mağazalardandı.
Kendimize lavanta kokulu bir sabun, birkaç zarif kartpostal ve küçük hediyeler aldık. Çıkarken vitrinden yansıyan güneş yüzümüzü aydınlattı.
🖼️ Centre Pompidou – Renkli Boruların Ardında Başka Bir Dünya
Sokakların enerjisi bizi Centre Pompidou’ya götürdü. Dışarıdan bakıldığında büyük bir çocuk oyuncağı gibi: Renkli borular, cam tüpler, metal yürüyen merdivenler…
Ama içeride modern sanatın çarpıcı yüzleri vardı.
Kandinsky’nin soyut kompozisyonları, Picasso’nun dağınık figürleri, Yves Klein’in o büyüleyici mavi dünyası…
Bazı eserlerde durduk, düşündük, Bazılarında sadece gülümsedik: “Sanat her zaman anlaşılmaz olmak zorunda değil.” Ama hissettirdiği şey hep gerçekti. Hemen dışında bir cafede güneşi de hissederek bir espresso molası ve yola devam.
☕ La Penderie – Sessiz Bir Öğleden Sonra Molası
Pompidou çıkışı birkaç sokak ötede köşe başında başka küçük bir kafe: La Penderie.
Dışarıda güneşte bir masa bulduk ve hâlâ hava sıcaktı, hatta ceketlerimizi bile çıkardık, kahve söyledik ve yanında biraz atıştırmalıklar.
Kafenin içinden hafif bir caz müziği çalıyordu. İçeride çalışanlar birbirini adıyla çağırıyor, müşteriler selamlaşıyordu. Dışarıda akan bir Paris, moda haftasondan çıkmış gibi yürüyen Paris’liler. Biz de günün ortasında bu mola sayesinde Paris’in bir parçası gibi hissettik kendimizi.
🧀 Marché Montorgueil – Sokakta Hayat Var
Kahveden sonra yolumuzu Marché Montorgueil’e çevirdik. Sokaklar canlıydı. Peynir tezgahları, meyve kasaları, balıkçılar…Bir peynircide durduk. Görevli, elinde ufak bir dilimle “Goûtez, s’il vous plaît!” dedi. Tatlımsı bir keçi peyniri… Hiç kaçırmadım hemen küçük bir parça aldım, buradan da peynirlerimizi aldık vakumlattık eve giderken yanımızda bolca peynir olacak belli ki.
Sokakta yürürken küçük bir kutuda çilek gördük, mevsimi değil ama yine de aldık.
🎭 Palais Garnier ve L’Entracte Opéra – Altın Işıklarda Dinlenme
Akşamüstüne doğru Palais Garnier’in önüne geldik. Binanın yüzü altınla kaplı gibiydi. Sütunları, heykelleri, merdivenleriyle bir operadan çok kraliyet sarayı gibiydi. Karşısında yer alan L’Entracte Opéra kafesinde pencere kenarı bir masa bulduk. İkimiz de yorgunduk ama yüzümüzde huzurlu bir ifade vardı. Kahve söyledik, yanına bir meyveli tart, ilk lokmada sessizlik oldu. Çünkü bazen sadece o anın içinde kalmak gerek.
✨ Galeries Lafayette – Cam Kubbenin Altında Işık Töreni
Yemek sonrası kısa bir yürüyüşle Galeries Lafayette Haussmann’a vardık, içeri girer girmez başımızı yukarı kaldırdık:
O cam kubbe…
Renkli camlardan süzülen ışık, tüm binayı sarıyordu, katları tek tek gezmedik. Sadece birkaç raf arasında dolaştık. Bir parfüm sıktık bileğimize: “Bois de Lune” – Ay Işığında Orman. Kokladık ve Paris’i hatırlayacak bir an daha bıraktık ardımızda. Turistler özellikle uzakdoğudan gelenler ve doğu avrupadan gelenler valiz dolusu alışveriş yapıyorlardı. Kur o kadar yüksek değildi ama fiyatlar yüne de oldukça yüksekti burada.
⛪ Sacré-Cœur Bazilikası – Nefes Nefese Ama Büyülenmiş
Galeries Lafayette’ten sonra Uber’le Montmartre tepesinin altına kadar geldik. Ama biz bu tepeyi yaşamak istedik. Basamakları yürüyerek çıkmak, manzarayı her adımda inşa etmek… Asansör yerine ayaklarımızla varmak istedik zirveye.
Taş basamaklar, hafif nemliydi. Etrafımızda kuş sesleri, gitar çalan bir sokak müzisyeni ve uzaktan gelen kahkahalar. Paris’in göbeğinde, ama şehirden kopmuş gibiydik. Adım adım çıktık, nefesimiz sıklaştı ama kalbimiz hafifledi.
Ve sonra…
Sacré-Cœur Bazilikası, bir hayal gibi önümüzde belirdi. Bembeyaz taşlarıyla göğe uzanıyor, kubbeleriyle gökyüzünü sarıyordu.
🌄 Manzara: Şehrin Kalbine Yukarıdan Bakmak
Bazilikanın önündeki terasta durduk. Şehir ayaklarımızın altındaydı.
Göz alabildiğine Paris: Sağda Eyfel, uzakta La Défense, ortalarda Seine’in kıvrımları…
Gökyüzü pembeye çalmaya başlamıştı. Güneş batarken şehrin üzeri sanki gül suyuyla yıkanmış gibiydi. İnsanlar terasta oturmuş, manzaraya karşı şarap içiyor, gitar dinliyor, kiminin kucağında kitap, kiminin elinde fırça… Burası sadece bir tepeden fazlasıydı.
Paris’in soluklandığı yer.
🕯️ Bazilikanın İçine Giriş – Sessizliğin Sesi
İçeri girdik. Yüksek kemerler, sessiz dua eden insanlar, mum ışığıyla aydınlanan heykeller… Tavana bakarken, içimden şu geçti: “Buraya insanlar Tanrı için değil, belki de sadece susmak için geliyor.” O kadar sessizdi ki, adımlarımızdan bile utanıyorduk. Bir süre oturduk. Taşın, ışığın, sessizliğin birleştiği nadir anlardan biriydi.
🎨 Place du Tertre – Ressamlar Tepesi: Bir Tabloya Adım Atmak
Bazilikadan birkaç sokak yukarı yürüdük. Arnavut kaldırımlı, dar sokaklar… Ve karşımıza bir anda çıkan o küçük, büyülü meydan:
Place du Tertre.
Sanki bir film seti. Hayır, bir tablo. Hayır, daha da ötesi:
Yaşayan bir sanat galerisi.
Meydanın dört bir yanı ressamlarla çevriliydi. Şemsiyeleri, ahşap tabureleri, tuvalleri… Biri pastel, biri suluboya, biri kara kalem… Biri portre çiziyor, biri Montmartre evlerini. Kalem sesleri, fırça tıkırtıları, arada bir Fransızca “Voulez-vous?” cümleleri… Bir ressam göz göze geldi bizimle.
“Un portrait?” dedi.
Kibarca gülümsedik, “Non, merci.” Ama o an bizim için çizilmişti zaten.

☕ Ressamarla Aynı Meydanda – Sanatla Nefes Almak
Bir kafeye oturduk, tahta sandalyeler, minik masa, masa örtüsü bile boya lekeli gibiydi, güneş artık batmıştı, sokağın bir köşesinde akordeon sesi yükseldi. Kahvemizi yudumlarken sadece izledik. İnsanları, fırçaları, gölgeleri… Bu meydanda zamanın ölçüsü yoktu. Burası resim gibi değil, resmin kendisiydi.
🍽️ La Mère Catherine – Ressamlar Tepesinde Akşam Yemeği
Place du Tertre’de akşamın karanlığı çökmüşken meydan yavaş yavaş geceye hazırlanıyordu. Ressamların ellerindeki fırçalar yavaşlamış, renkler yerini gölgelere bırakmıştı. Lambalar birer birer yanarken, o küçük meydan bir sanat galerisinden bir film sahnesine dönüşüyordu. Tam meydanın köşesinde, zarif ve tarih kokan bir cephe:
La Mère Catherine.
1600’lerden beri ayakta duran, Montmartre’ın en eski restoranlarından biri… Ahşap panjurları, el yazısı menüsü, beyaz masa örtülü küçük masalarıyla adeta bir dönem kapısı gibi. Kapısından içeri girdiğimizde duvarlarda eski Paris fotoğrafları, tavan lambaları, taş döşeme zemin… Ama biz içeride kalmak istemedik. Garsona dönüp “Dehors, s’il vous plaît.” dedik. Çünkü dışarısı, Paris’in en güzel haliydi.
🪑 Ressamlar Eşliğinde Akşam Sofrası
Kafamızın hemen üstünde küçük bir sokak lambası yanıyordu, masamız, bir ressamın hâlâ tuvaline eğildiği köşeye yakındı. Uzaktan akordeon sesi geliyor, meydanın ortasında birkaç turist dans ediyordu, yemek gelmeden önce masaya taze baget ve tereyağ geldi. Bagetin çıtırtısı, gecenin sessizliğinde bir parça müzik gibiydi.
🍷 Menü – Paris’te Aşkı Tattığımız An
Ben boeuf bourguignon söyledim.
Kırmızı şarapta ağır ağır pişmiş dana eti, havuç, mantar ve arpacık soğanla birlikte… Et öyle yumuşaktı ki, çatal dokunduğu anda dağılıyordu. Sosu ekmekle sıyırmak için sabırsızlandım.
Eşim ratatouille tercih etti.
Zeytinyağında pişmiş kabak, patlıcan, biber, domates…Üzerinde taze fesleğen. Bir tabaktan çok bir tablo gibiydi.
Yanında küçük bir kırmızı şarap karafı geldi, kki kadeh doldu, kadehleri tokuşturduk.
“Şerefe Montmartre… ve bu an.”
✨ Gece Uzarken
Yemek boyunca manzaranın büyüsüne kapıldık, Fırçasını bırakmamış bir ressam, mum ışığında kitap okuyan bir çift, Fransızca fısıltılar, lambaların sarı titremesi…
Tatlı olarak crème brûlée paylaştık, üzeri karamelize, içi vanilya dolu sıcacık bir mutluluk.
Kaşığı her daldırdığımızda karamel kırılıyor, altından Paris çıkıyordu sanki.
🌌 Gecenin Son Duruşu
Restorandan kalktık ama hâlâ ayrılmak istemiyorduk. Meydanın ortasında kısa bir süre daha durduk. Ressamların bazıları eşyalarını topluyordu. Ama ışıklar hâlâ yanıyordu. Paris, bu meydanda kolay kolay uyumuyordu. O an… Bu akşamı hiç unutmayacağımızı biliyorduk.
🕯️ Son Paragraf: Buraya Veda Etmek Zor
Gün batarken meydanın rengi değişti. Sarıdan turuncuya, turuncudan maviye… Sonra gece düştü. Ama meydan kararmadı. Meydan aydınlandı. Lambalar yandı, tuvallerdeki yüzler parlamaya devam etti. Ressamlar gitmedi. Çünkü burası sadece “çalıştıkları” değil, yaşadıkları yerdi. Ve biz yürüyerek ayrıldık oradan, ama…
Ruhumuzun bir parçası o meydanda kaldı.
🌉 Pont Saint-Michel – Geceye Fısıldayan Şehir
La Mère Catherine’den çıktığımızda meydan hâlâ nefes alıyordu. Ressamlar teker teker tuvalleri toplarken, meydandaki lambalar bir masal gibi parlıyordu. Montmartre’ın dar sokaklarına geri döndük, ayaklarımız yavaş, adımlarımız düşünceliydi. Gecenin serinliğiyle beraber kadehlerin sıcaklığı hâlâ içimizdeydi. Taş duvarlardan yansıyan müzik, uzaktan gelen kahkaha, pencere aralığından süzülen bir sarı ışık… Yokuşu ağır ağır indik.
Montmartre’dan ayrılmak kolay olmadı.
🚕 Şehirden Şehre – Uber’le Seine Kıyısına
Montmartre’ın eteklerinde kısa bir durakta Uber çağırdık. Yorgunduk ama hâlâ yürümek istiyorduk. Sürücü bizi Pont Saint-Michel’e kadar bıraktı. Arabadan indiğimizde Paris tekrar değişmişti. Burada hava daha nemli, daha sessizdi.
Köprüye yürüdük.
🌃 Seine’in Üzerinde Sessiz Bir Veda
Pont Saint-Michel köprüsünün ortasına geldiğimizde durduk. Seine nehri gecenin içinden ağır ağır akıyordu. Köprü lambalarının sarı ışığı suya yansıyor, küçük halkalarla parlıyordu. Karşımızda uzaktan Notre Dame’ın silueti, bugün sabah güneşinde gördüğümüz o güçlü yapı, şimdi geceyle dans ediyordu. Tepesindeki heykeller gölge gibi, ama yine de dimdik… Köprüden geçen son vapurun uzaktan gelen motor sesi ve ardından gelen sessizlik… Paris o an bize fısıldıyordu: “Bu gün size ait. Bu şehir artık biraz sizin.”
💤 Otele Sessiz Dönüş
Köprüden geçip St. Germain sokaklarına döndüğümüzde hava daha da sessizleşmişti. Ayak seslerimiz kaldırıma yankılanıyordu. Otel sokağına girdiğimizde başımızı kaldırıp gökyüzüne baktık. Ay tam tepemizdeydi. Kaldırım taşlarının parlaklığı, pencerelerden sızan son lambalar, sabaha hazırlanır gibiydi, otele girdik.Odada perdeleri araladık. Paris’in bir gece sonrası sessizliğinde, fısıldadım;
“Bugün… bir ömürdü.”
💕 Paris’in Romantik Dokusu – 4. Gün (14 Şubat – Sevgililer Günü)
Güneşin Paris’e sızdığı bir Şubat sabahı…
Birlikte başlanan kahvaltı, bahçelerde yürüyüş, sanatla dolu anlar ve Seine’in üzerinde tamamlanan bir aşk günü.
☀️ Sabah – Güneşli Bir Sevgililer Günü Başlıyor
Bugün takvim 14 Şubat. Ve Paris, adeta kutlama yaparcasına güneşle uyandı. Camdan sızan altın rengi sabah ışığı, odamızın duvarlarında dans ederken, biz yavaşça hazırlandık. Bugün acelemiz yoktu. Çünkü bugün, Paris sadece bizimdi. Montlarımız omzumuzda, atkılar hafifçe gevşetilmiş… Sokaklar ilk kez gerçekten bahar gibi.
Ve biz, Sevgililer Günü’nü Lüksemburg Bahçeleri’nde karşılamaya gidiyoruz.
🥐 Le Comptoir du Panthéon – Fransız Kahvaltısıyla Başlangıç
Bahçelere geçmeden önce, küçük bir Paris klasiği:
Le Comptoir du Panthéon.
Kaldırım kenarında, küçük masalar, hasır sandalyeler… Güneş masamıza vuruyordu. Ceketleri çıkarıp gölgede değil, ışığın tam ortasında oturduk.
Siparişimiz:
İki café crème, taptaze tereyağlı kruvasan, ev yapımı reçel, biraz peynir, biraz meyve. Masaya gelen sepetin içindeki her şey sıcacık ve tazeydi. Kruvasanı kahveye batırdık. Tereyağı o kadar yumuşaktı ki ekmeğin üstünde eriyip gitti. Reçel lavantalıydı, hayatımızda ilk kez böyle bir tat aldık.
Etrafımızda yürüyen insanlar, şakalaşan çocuklar, gazeteye gömülmüş Parisliler… Bugün Paris, sadece bize değil, herkese aşıktı sanki.
🌳 Lüksemburg Bahçeleri – Gölge, Güneş ve Gülümseme
Kahvaltıdan sonra hemen karşısındaki Lüksemburg Bahçeleri’ne yürüdük. İlk görüşte bile insanın kalbini yumuşatan bir yer. Geniş yürüyüş yolları, küçük metal sandalyeler, palmiyelerle çevrili büyük havuz… Çocuklar yelkenli tekneleri suya bırakıyordu. Bir köşede yaşlı bir adam kitap okuyordu. Biz bir bank bulduk, oturduk ve sadece izledik.
Güneşin yüzümüzü ısıttığı o anda birbirimize döndük ve “Daha ne olsun?”
🏛️ Panthéon – Sessizliğin Gücü
Bahçelerden yürüyerek Panthéon’a geçtik. Yokuş yukarı çıktıkça Paris biraz daha küçüldü sanki. Ama Panthéon karşımıza çıktığında, tekrar devleşti. Dışı Roma tapınaklarını andıran bir ihtişam, içeri girince ise ağır ve soylu bir sessizlik. Victor Hugo, Voltaire, Rousseau… Büyük düşünürlerin mezarları arasında dolaşırken sanki bir saygı yürüyüşü yapıyorduk. Kubbeye doğru başımızı kaldırdık. Güneş ışığı camlardan sızıyor, zemindeki mozaiklere düşüyordu. Zaman bir anlığına durmuş gibiydi.
🎨 Musée d’Orsay – Sanatla Baş Başa
Öğleye doğru Seine Nehri kıyısından yürüyerek Musée d’Orsay’e vardık. Dışarıdan bakıldığında eski bir tren garı, ama içeri girdiğinizde… Sanatın kalbi. Van Gogh’un o çalkantılı fırça darbeleri, Monet’nin ışıkla oynayan nilüferleri, Degas’nın bale sahneleri… Renoir, Manet, Toulouse-Lautrec… Her odada birkaç dakika durduk. Sadece izledik. Zihnimizden kelimeler geçti ama hiçbiri o renklerin yerini tutmuyordu.
🌿 Tuileries Bahçeleri – Gün Işığında Sessizce Yürümek
Orsay’dan çıktıktan sonra Tuileries Bahçeleri’ne yöneldik. Gökyüzü hâlâ masmavi, güneş hâlâ sıcaktı. El ele yürürken hiçbir şey konuşmadık. Çünkü bahçelerin ortasında, heykellerin gölgesinde, söze gerek kalmıyordu. Küçük bir kafeden içecek aldık, çimlerin kenarındaki sandalyelere oturduk.
Paris sadece bugünün değil, hafızamızın en güzel gününün fonuydu artık.
🍽️ La Jacobine – Sevgililer Günü Akşam Yemeği
Akşam olduğunda rotamız belli, daha önce rezervasyon yaptırdığımız: La Jacobine.
Dar bir pasajın içinde, masalsı bir restoran. Mum ışığı, taş duvarlar, samimi fısıltılar… İlk siparişimiz belliydi:
Fransız usulü soğan çorbası.
Üzeri kızarmış ekmek ve erimiş peynirle kaplı… İlk kaşıkta göz göze geldik. Hem sıcak, hem yoğun, hem Paris kokulu.
Ana yemekte ben ördek confit aldım, eşim beef.
Yanında kırmızı şarap.
Tatlı olarak bir crème brûlée ve yanında iki espresso. Mum ışığı titrerken zamanı yavaşlatmak istedik.
🚤 Les Vedettes du Pont Neuf – Nehirde Aşk Gibi Bir Gece
Ve geceyi nasıl bitirirdik? Seine Nehri üzerinde bir gece turuyla. Neredeyse kaçıracaktık son anda yakaladık son turu. Les Vedettes du Pont Neuf’a yürüyerek gittik. Tekneye bindiğimizde Eyfel Kulesi uzaktan ışıldıyordu. Bu geceye özel ışıklar daha da fazlaydı ve özel gösterileri vardı, öyle muhteşemdi ki sadece yaşamak ile anlatılır.
Köprülerin altından geçerken taşlara yansıyan ışıklar birer yıldız gibiydi. Kulağımızda rehberin Fransızca sesi, fonda hafif bir klasik müzik… Ama asıl anlatan şey Paris’in gecesiydi. Kıyıda yürüyen insanlar, pencerelerden sarkan çiçekler, taş binaların yansıması…
Birbirimize yaklaştık. Sarıldık. Ve düşündüm: “Burası, gerçekten aşka yazılmış bir şehir. Paris Aşıklar Şehri”
Gecenin sonunda otele dönerken hiçbir şey söylemedik. Çünkü Paris zaten her şeyi söylemişti.
🌞 Paris’in Romantik Dokusu – 5. Gün (Veda Günü)
Sıcak bir güneş, sokakta kahve kokusu, hafif esen bir rüzgâr… Ve her şey, bir “hoşça kal” tadında yavaş ilerliyor.
☀️ Nisan Gibi Bir Şubat Sabahı – Güneşle Uyanmak
Sabah gözümüzü açtığımızda perde aralığından o tanıdık ışık süzülüyordu. Yorgun değil, durgun değil… Sadece huzurlu uyandık. Bugün Paris’teki son günümüz. Ama neyse ki vaktimiz var, uçağımız akşamdı.
Ve şehir bize bir kez daha sıcak yüzünü gösteriyor., camı açtık. Paris soğuk ama içimizi ısıtan sıcacık güneşliydi. Sokaklar yavaşça uyanıyor. Yürüyen insanlar, bisikletli kurye, pencere aralığından sarkan çiçekler…
Sanki Şubat değil, sanki Nisan.
🥐 İlk Durak – Güne Paris’le Başlamak: Kahve ve Kahvaltı
Sokağa çıktığımızda doğrudan sevdiğimiz bir kafeye yürüdük. Kaldırım masalarından biri boştaydı, oturduk. Masamıza yavaşça gelen ilk şey:
İki café crème, iki taze kruvasan. Ve ardından: Hafif çırpılmış yumurta, küçük peynir tabağı, reçel ve baget dilimleri.
Her şey taptazeydi. Ama kahve… O kahve, bu günün başlangıç noktasına küçük bir nokta koydu. İlk yudumda düşündük: “Bugün acelemiz yok. Bugün sadece Paris’i dinleyeceğiz.”
🛍️ Alışveriş Sokaklarında Sessiz Adımlar
Kahvaltının ardından yavaş yavaş yürüyerek alışveriş sokaklarına geçtik. Butikler, kitapçılar, parfümeriler… İçeri girip fazla bir şey söylemedik. Sadece baktık, dokunduk. Bir ipek fular – renkleri Eyfel’in gece ışıltısı gibi. Birkaç dükkan gezdik ama her yerde aynı şeyi arıyorduk:
Bir anıyı dokunulabilir hale getirmek.
☕ Uzun Bir Kahve Molası – Güneşin Altında Zamanı Askıya Almak
Alışveriş sonrası yine durduk, yine bir masa, yine bir kahve.
Bu kez cam kenarında değil, tam sokak ortasında, yüzümüze doğrudan vuran güneşte. Gözümüzü kısıp oturduk. Yan masadaki Fransızla göz göze geldik, hafifçe gülümsedik.
Kahvemiz geldi: Bu kez filtre kahve, yanında bademli küçük kurabiye. Paris, bu gün bizi yavaşlatmak istiyordu. Ve biz buna direnmiyorduk.
🎁 Hediyelikler – Götürülebilen Hatıralar
Yavaş yavaş hediyeliklere yöneldik. Magnetler, minik çikolatalar, minyatür Eyfel kuleleri…
☕ Bir Kahve Daha – Veda Edemeden Önce
Çıkışta yine bir kafeye girdik.
Bu kez Paris’in daha lokal bir köşesinde, daha sade bir yerde. Yüzümüzde güneş, elimizde sıcak fincan, gözümüzde şehir.
Bir köşeye yazdık o anı: “Beşinci gün, üçüncü kahve, yüzümüzde Paris.”
🍽️ Son Paris Sofrası – Hafif, Sessiz, Kalpten
Uçağa gitmeden önce son bir yemek molası verdik.
Menüyü incelemedik bile, basit bir şeyler istedik. Ben ızgara somon ve yeşil salata ve risotto söyledik. İki su, iki kahve.
Çünkü bugün artık tat değil, anı önemliydi, Paris’in son lokmasını, son yudumunu…
🎒 Otele Dönüş – Sessizce Hazırlanmak
Otele geri döndüğümüzde Lobide bekleme alanına bıraktığımız valizlerimizi aldık ve otelden ayrıldık. Sanki etrafta herkes bize el sallıyordu.
🚖 Uber’le Havalimanına – Son Bakış
Uber geldi, valizler bagaja yerleşti, arka koltukta birbirimize yaklaştık. Sokaklar geri geri gidiyor gibiydi. Sanki şehir bizden kaçmıyor, bizi uğurluyordu.
Havalimanı yolunda düşündük: Paris bize bir tatil değil, bir hikâye verdi.
Her kahve molası bir cümle, her yürüyüş bir paragraf, her gün bir sayfaydı.
Ve bu hikâyenin son cümlesi şuydu:
“Paris, çok güzeldin, yine görüşmek üzere…”

Commenti